The Dead Zone Writings

************************************
************************************

Ölübölge Yazıtı

Agharta (album)

Dünyanın merkezinde ne olduğu konusunda yapılan araştırmaların en önemlisi Japon bir bilim adamının dünyanın merkezindeki koşulları sanal ortamda yaratıp oluşan görüntüyü bilgisayar ekranından gözlemlemeyi mümkün kılan çalışmasıdır. Buna göre dünyanın merkezinde aşırı yoğunlaşmış ateşten kristal ormanları bulunmaktadır. Varlığın özünü oluşturan maddenin plazma veya protoplazma benzeri akışkan bir madde olduğu ise farklı zamanlarda ve farklı suretlerle felsefe tarihinde boy göstermiş, hatta tabiri caizse söz konusu tarihe damgasını vurmuştur. Nitekim Yunanca chrema sözcüğü Türkçe’de şey anlamına gelmektedir, varlığın özünde krema olduğuna inanılıyor yani, öyle bir şey işte. Çağdaş felsefenin bu görüşü benimseyip geliştirmeye çalışmış isimleri arasında SchellingBergsonSpinoza ve Deleuze‘ü sayabiliriz meselâ. Eğer bu krema, plazma – adına ne derseniz deyin – benzeri madde varlığın özünü oluşturan yegâne maddeyse, bu madde yapısı itibarıyle yoğunluğu sürekli değişen ve sonsuzca üretken bir maddedir. Belki de bu madde eskiden açıklayamadığımız için adına Tanrı dediğimiz sonsuzluktur sevgili okur, kim bilir…

Güneşimiz varlığını hidrojenle helyumu kendi içinde sürekli birleştirerek(sentezleyerek) sürdüren bir yapıya sahiptir. Bu sayede biz insanları, biz hayvanları, biz bitkileri ve gezegenimizde yaşayan daha başka canlıları ateşiyle ısıtıp ışığıyla aydınlatabilmekte ve kaçınılmaz sonumuz olan ölümü ertelemektedir. Eğer güneşimiz doğal olarak barındırdığı ve onun evrende barınmasını sağlayan hidrojenle helyumu bir an için bile olsa birleştirmeye ara verseydi, o ana tekabül eden zamanda ne ısı yayabilecekti, ne de ışık. Güneşte gerçekleşen beklenmedik ve son dönemde azımsanamayacak bir artış gösteren tamamen rastlantısal patlamalar güneşin merkezinde aşırı hidrojen israfına sebep olmaktadır. Belli ki Kitab-ı Nihil bu süreci hızlandırıp hidrojen tüketimine ivme katmak suretiyle hidrojenin yavaş yavaş azalarak bitmesi hâlinde olacakları bilimsel veriller ışığında tahayyül etmeye yeltenerek, güneşe ve güneşte olması kuvvetle muhtemel bir hadiseden hareketle son derece gerçekçi bir spekülasyon üretmiştir. Artık hepimizin bildiği gibi eğer güneşte hidrojen biterse güneşin bizzat kendisi bilinçli veya bilinçsizce, ki bizce hiç fark etmez bu raddeden sonra, helyumu karbonla birleştirmeye başlayacaktır. Eğer helyum da biterse güneşimizin dev bir karbon topuna dönmesi kaçınılmaz hâle gelir. Bunu ateşten bir portakalın sönmüş hâline benzetebiliriz belki, benzetmesek daha iyi olacak gibi ama sanki, şöyle diyelim en iyisi: Karbondan oluşan çekirdek ısınır, dış yüzey genleşir, güneş tıpkı bir balon gibi şiştikçe şişer, merkezle çevre arasındaki boşluk izolasyon vazifesi görür, ısı dışarıya çıkamaz ve güneş önce soğur, sonra da yavaş yavaş azalarak biter, ki nitekim neredeyse bitmiştir de zaten işte…

Yeri kazıp yerin yedi kat altındaki bir başka yere, dünyanın yüzeyini yarıp merkeze inmeye çalışmak hem boş bir çabaydı, hem de gerçekleşmesi imkânsız bir hâyâl. Felsefenin yüzyıllardır yanıtlamakla meşgul olduğu sorulardan biri de gerçeğin gökyüzünde mi, yoksa yerin altında mı olduğu sorusudur. Güneşle ilişkimizdeki en ufak bir değişim güneşin ısısındaki en ufak bir azalma veya çoğalma yeryüzünde muazzam savaşlara, kaosa, trajik ölümlere, hunharca katliamlara sebep olabiliyorsa şayet, doğanın insanlık hâlinin aşkınsal koşulu olduğunu rahatlıkla dile getirebiliriz. İnsanlık icat ettiği aletlerle doğanın gerçek hâline, yani insan bilincinden bağımsız hâline ulaşmaya çalışır durur. Ama sonuçta elde edilen insan ürünü doğa temsillerinden öte bir şey değildir. Mikroskopla mikroplara baktığımızda gördüğümüz manzara insanın evrendeki konumundan pek de farklı değildir aslında. Şu anda başka yaratıkların da kendi mikroskoplarıyla – yoksa insanoskoplarıyla mı deseydik acaba – bizi gözetlemekte olmadığı ne malûm?

direngezi

Her neyse, 174 fizikçi Avrupa Nükleer Araştırmalar Organizasyonu’nun İsviçre’nin Cenova şehrindeki merkezinden İtalya’nın Gran Sasso yöresindeki bir dedektöre neutrinolar ışınlayarak bu hayâletvari zerreciklerin 16.111’inin izleğini 3 yıl süren araştırma ve deneyler boyunca takip altına aldılar ve en nihayet beklenen açıklamayı yaptılar. Neutrinolar varacakları yere gönderilmelerinden saniyenin 17 milyonda biri kadar bir süre erken varıyordu. Işıktan hızlı hareket eden zerreciklerin varlığı ise zamanda yolculuğun mümkün olduğu anlamına geliyordu. Eğer neutrinolar bunu yapabiliyorsa bu demekti ki modern fiziğin omurgası kabul edilen Einstein’ın görecelik teorisi çöküyor ve yerini Higgs’in quantum teorisi alıyordu. Zaman ters yönde akabiliyor, bir sonuç sebebinden önce gelebiliyordu.

Hâl böyleyken Dr. Lawgiverz’in Kitab-ı Nihil’i gelecekte yazıp geçmişe gönderdiğini, sonra da Zeno Kitabevi’nin raflarında bulduğunu ve işte o meçhûl yazarın aslında, sanılanın aksine, Tekvin olmaktan ziyade Dr. Lawgiverz’in bizzat kendisi olduğunu söylesek meselâ, bunu gerçekçi ve mantıklı bulmayan tatminsiz okuyucularımız olur mu acaba? Olsa ne yazar olmasa ne ey sevgili lânetlenmiş okur, gerçekler bunlar, mantıklı olsalar da olmasalar da…

Eskiden “her pazar olduğu gibi yine son derece güneşli bir pazar sabahında” diye tabir ettiğimiz, lâkin artık güneş neredeyse tamamen sönme noktasına geldiği için aynı iyimserlikle tasvir edemeyeceğimiz pazar sabahlarının birinde, sabah kahvaltısı eşliğinde internetten radyoyu dinliyordu Dr. Lawgiverz. Bizce adı “Hariçten Gazel” olsa çok daha uygun olacak olan “Gülelim Eğlenelim” adlı sabah programının bir anda kesilmesiyle çatalındaki omleti tabağa bırakan Dr. Lawgiverz, her zamankinden daha da ciddi bir ses tonuyla halka ve insanlığa derhâl televizyonu açmalarını söyleyen spikerin bu emrine hemen uyuyor ve içi muflonlu terliklerini ayaklarına geçirip aylardır kimsenin dokunmadığı toz içindeki televizyona yöneliyordu. Televizyonu açar açmaz gördüğü görüntü karşısında gülmekten kendini alamayan Dr. Lawgiverz 4 saniye içerisinde aklını başına toplayacak ve derhâl bilgisayarına yönelip Agharta hakkında bilgi toplamaya başlayacaktı. Aynı anda dünyadaki pek çok insanın da aynı şeyi yapmaya başladığını ise inanın bilmiyoruz söylemeye gerek var mı…

Aşırı yoğunluk sebebiyle yavaşlayan internet neredeyse çökme noktasına gelecek, fakat her ne hikmetse çökmeyecekti. Zaten çökseydi anlatımız açısından pek hayırlı olmazdı, çünkü ona gelecekte ihtiyacımız olacaktı. Pek çok insanın bilmediği, fakat gelecekten gelmiş bir ölümsüz olan Dr. Lawgiverz’in bilmekle kalmayıp emin olduğu şey, tıpkı fosilleri bizden önce sağa sola serpiştiren Tanrı gibi, bu Agharta resmini ekranlara sızdıranın bu anlatının anlatıcısı ve yazarı olduğuydu. Dr. Lawgiverz işte bu bilgiden hareketle derhal bir beyanat yazarak bilinmeyen olguları açıklığa kavuşturmak suretiyle halkı ve insanlığı aydınlatma yoluna gidecektir. Söz konusu beyanatı aşağıda aynen yayınlıyoruz.

Televizyon ekranlarında ölümsüzler ülkesi Agharta’nın belirmesi ancak beyazlıktan başka bir şey göstermeyen ve bu yüzden de birer hiçlik makinesine dönüşen televizyon ekranlarına fantezi sızması olarak nitelendirilebilir. Beyazlık ortadan kalkmamıştır aslında, sadece bilinmeyen bir kuvvet tarafından Agharta’nın şablon (stencil) tekniğiyle çizilmiş bir resmi eklenmiştir beyaz ekranlara. Beyazlar ve siyahlar birbirini elediği içinse Agharta’nın haritası adeta elle çizilmiş gibi belirmiştir ekranlarda.

agharta

Gariptir ve/fakat bir o kadar da gerçektir şu ki bu olayın gerçekleştiği gün Dr. Lawgiverz’in bir ölümsüz olduğunu anladığı gündü, gündür sevgili okur. Biliyorsunuz bizim yarattığımız karakterlere sevgimiz ve saygımız sonsuzdur. Sözün bittiği yere geldiğimize göre sonsuz bir sonsöz niyetine diyebiliriz ki güneşin sönmeye başlamasıyla birlikte zamanın akışı da yavaşlayacak ve güneşin tamamen sönmesi neticesinde ise tamamen durup akmaz olacaktı. Hatta belki de bunu dünyanın tersine dönmeye başlaması takip edecek ve böylece de işte geçmiş gelecek olurken, gelecek de geçmişte kalacaktı. Ama sanırız şimdiden bu kadar ileri gitmesek iyi olacak. Yaşamın donması olarak da tabir edebileceğimiz bu güneşsiz durumun ölümsüzlük hâlinin nitelikleriyle muazzam benzerlikler taşıdığını belirtmekle yetinelim en iyisi biz şimdilik.

Güneşin söndüğü donmuş bir dünya ters yöne doğru da olsa dönmeye devam edebiliyorsa demek ki varlık ve yaşam aynı şey değildi, zira yaşam sona ermiş olmasına rağmen dünya dönmeye devam ediyordu. İnsandan bağımsız bir varlık, insan için olmayan ve/fakat kendi içinde olan bir varlıktı bu. Kant’ın kendinde-şey dediği, numenal düzleme ait bir varlık… Meillassoux’nun Sonluluktan Sonra(After Finitude) adlı kitabında öne sürdüğü üzere eğer fosiller insan bilincinden önce var olabiliyor ve bilim bunları tüm çıplaklığıyla ortaya koyabiliyorsaydı şayet, demek ki insan bilincinden, algısından, duyumundan bağımsız maddi bir gerçeklik vardı. Kant’ın kendinde-şey dediği, görüngüler dünyasını(fenomenal düzlem) aşan numenal düzleme ait olan ve insanın beş duyusuyla algılayamayacağı, bilemeyeceği, fakat aklıyla düşünebileceği bir boyut hakikaten de vardı. Biz şu soruyu sormak istedik: Peki ya tanrı önce fosilleri sonra bizi yarattıysa? Ya tanrı dünyayı bize bilincimizden bağımsız bir gerçeklik olduğu izlenimi verecek şekilde yarattıysa? Tanrı kendi varlığını meşru ve mümkün kılmak için fosilleri bizi kandırmak maksadıyla buralara serpiştirmiş olamaz mı? Aslında o fosillerin aslı astarı yoksa, düşünebiliyor musunuz ne olurdu hâlimiz? Belki de dünya tersine doğru dönmeye başlar, zaman yavaşlayıp durduktan sonra geriye doğru akar ve böylelikle de işte geçmiş gelecek olurken, gelecek de geçmişte kalır, hatta belki de güneş bile yeniden yanardı. Ama isterseniz bu senaryoyu da bir başka kitaba bırakalım, şimdi ve burada kalalım, başka bir şekilde olalım ve şunu söylemekle yetinelim: Anlatımızın başında değindiğimiz o sıvı nitrojen dolu küvezlere yerleştirilmiş, dirilecekleri günü bekleyen yarı-ölü bedenleri hatırlayacaksınız. İşte o donmuş bedenler insanlığın yazgısını temsil ediyordu. Diri diri gömülmüş insanlık karanlık yeraltı tünellerinde yolunu kaybetmek istemiyorsa ölümden öteye varan yollara düşmeliydi, ki nitekim düşmüştü de zaten işte…

Ölüme ve zamana karşı giriştiği bu amansız mücadelede Takamuro Kootaro kuantum teorisinden ve Dr. Lawgiverz’in önerisiyle Kitab-ı Nihil’den feyz almış ve herhangi bir canlı varlığın neutrinolarına ayrıldığı ve Himalaya Dağları’nın etekleri altındaki bu delikten dünyanın merkezine doğru ışınlandığı takdirde zamanı ve uzamı aşıp boyut değiştirebileceğini ısrarla dile getiriyor, bunu yaptığı deneylerle kanıtlamaya çalışıyordu. Pek çok hayvan ve bitki telef olmuştu, ama Kootaro “omlet yapacaksan birkaç yumurtayı gözden çıkarman gerek,” felsefesinden hareketle bildiği yolda emin adımlarla ilerliyor, bir ölümsüzük makinesi icat edip ölümsüzlüğün mucidi olacak diye irili ufaklı pek çok hayvanı ölümden öteye gönderiyordu. Ölüm dedik ama kelime sizi yanıltmasın, çünkü bu hayvanların hiçbiri ölmüyordu aslında, nasıl olduğunu az sonra detaylarıyla öğreneceğimiz gibi bu hayvanların ruhları bedenlerinden ayrılıyor ve ışık hızından hızlı neutrinolardan oluşan ruh dediğimiz hiçten cüzi madde, hiçliğin yapıldığı madde yani işte, kelime yetersizliğinden ötürü ruhlar âlemi diye nitelendirmekte bir sakınca görmediğimiz öteki dünyaya, sonsuzluğun hüküm sürdüğü bir başka varoluş moduna geçiyordu. Dünyamızda kalan bedenler öyle uyur vaziyette oldukları yerde kalıyor, fakat bilinç Alice’in Harikalar Diyarı’ndan bile ilginç yerlerde geziniyordu. Mekanizma tıpkı bir kara delik etkisi göstererek özneyi içine alıyor, sonra da yapay bir solucan deliği yoluyla diğer boyuta gönderiyordu. Öznenin bedeni dünyamızda kalıyor, fakat yok olmuyordu, çünkü ruh diye tabir ettiğimiz can bedenden aldığı enerjiyi yokluğu fark edilmeden yerine koyuyordu. Böylece ruh bedenden tamamen kopmadan bedenden ayrılabiliyor, ölümün sonrasına gidiyor ve beden tamamen yok olmadan geri gelip zamanımızdaki yaşamını sürdürebiliyordu. Belli ki Kooatro’nun yaptığı canlı varlığı ölümden arındırarak bir ölümsüz haline getirmekti; ölümsüz, ölümden arınmış… Bu durumda beden aslında ruhtan ayrılııyor, yani bu ikisi ayrıştırılıyor, beden yaşamdan, ruh ölümden arındırılıyordu. Ortalık kırık yumurta dolmuştu ama elde ne bir civciv vardı, ne de bir omlet.

agharta

Takamuro Kootaro’nun ölümsüzlük makinesi bununla kalmıyordu ama tabii, kalamazdı da zaten, nasıl kalsındı ki, eğer kalsaydı hiçbir işe yaramayacaktı. Giden ruhların geride kalan bedenlerini hayatta tutmak için bir başka teçhizat icat etmeden canlı bir insanı, Dr. Lawgiverz’i anlatımda kolaylık olsun, anlatının anlaşılırlığı artsın diye bu seferlik ve kim bilir kaç sefer daha Agharta diye anacağımız, zamanın ve uzamın neresinde olduğu bile bilinmeyen, hatta zamana ve uzama dahil olup olmadığı konusunda da ciddi kuşkular bulunan o ne idüğü belirsiz dünyaya ışınlayamazdı. Düzeneğin doğru dürüst çalışıp çalışmadığını anlayıp anlatabilmek için Dr. Lawgiverz’in biz ölümlülerin dünyasına geri dönebilmesi gerekiyordu. Hatırlanacağı üzere Takamuro Kootaro’nun daha önce yaptığı çalışmalar, ki hafızası güçlü okuyucularımızın şıp diye anımsayacağı gibi bunlar insan beyinlerini, veya tercihe göre tüm bedeni içi sıvı nitrojen dolu küvezlere yerleştirip ani ve seri şekilde dondurmak suretiyle ölmeden ve/fakat ölü gibi yaşamalarını sağlamaktan ibaretti. Parası bol kişiler, ölümcül sağlık problemi yaşıyor olsunlar veya olmasınlar, parayı bastıkları takdirde kendilerini dondurtup vasiyetlerine örneğin 250 yıl sonra, veya hastalıklarının tedavisi bulununca çözülmek istediklerini yazıyorlardı. AIDS, Kanser gibi çaresi henüz tam olarak bulunamamış acil şifa gerektiren ölümcül hastalıklardan muzdarip kişiler için şüphesiz bulunmaz bir fırsattı bu, tam ölecekken kendini sıvı nitrojenle dondur, hastalığın çaresi bulununca çözülüp yaşamaya devam edersin, hayat sana da güzel olur. Ama sırf dünyanın 100 yıl sonra nasıl olduğunu merak ettiği için kendini dondurtan zenginler de yok değildi tabii, ne de olsa günümüzde her şey sağlık ve mutluluk meselesi olduğu kadar zevk ve stil meselesi olarak da görülmekte, bakan gözler olunca görülebilmekteydi.

Ancient Aliens
Her metnin anlamı zaman içerisinde değişir. Anlamsız gelen bir metin anlamlı gelmeye başlayabilir, hatta bununla da kalmayıp bir hakikati bile dile getirebilir. Kendimizi insanlığın yerine koyalım, ölümün eşiğine geldiğimizi düşünelim ve bize iki seçenek sunulduğunu farzedelim. Ya donup öleceğiz, ya da Dr. Lawgiverz’le Takamuro Kootaro’nun aklına uyup ölümsüzlük makinesiyle dünyanın merkezinden bir başka varlık düzlemine geçip ebedi oluş sürecine dahil olacağız. İşte tam da bu noktada bazı sorular bekliyor olacak bizi: Ne başı, ne de sonu olan bu sürecin içinde birbirimizle bütünleşip, bizden oluşan ve/fakat bizi aşan ebedi varlığı mı oluşturacağız? Bir başka deyişle özümüze geri mi döneceğiz? Temsili suretlerimizden arınıp suretsiz ve maskesiz öznelere mi dönüşeceğiz? Ölümden sonra değil, çünkü ölümün sonrası yok; ama ölümün ortadan kalktığı noktada bizi nasıl bir gelecek bekliyor? Nasıl bir varoluş biçimi ölümsüzlüğü arzulanır bir şey hâline getirebilir? Yani bize “ben şu şekilde yaşarsam sonsuza de yaşayabilir, yaşamı seçebilirim” dedirtebilecek bir varoluş modu nasıl olabilir? Kendim için öyle bir yaşam koşulu oluşturmalıyım ki bu yaşamı sonsuza dek yaşamak istemem mümkün olsun. Bir ölümsüz gibi düşünebilmenin gereği işte bu saptamadan ileri gelir. Bu saptama ise bir kararın neticesidir; evet, ben bir gün mutlaka öleceğimi bile bile bir ölümsüz gibi düşünmeyi, varlığımı asla ölmeyecekmiş gibi sürdürmeyi seçiyorum. Bir ölümlü olarak varım, çünkü bir ölümsüz olarak düşünüyorum. Özne ancak kendini bir ölümsüz olarak düşünebilirise var olabilir, aksi takdirde ancak bir nesne olabilir.

Belki de işte Dr. Lawgiverz ve Takamuro Kootaro’nun ölümsüzlük makinesi bizi özümüze döndürüp sonsuzluğumuza kavuşturmaya hakikaten de muktedirdir. Bu noktada insan bir kitap önce yarattığımız Tekvin’i ve fantezi makinesine sızan hakikati, yani Tekvin’in dünyasına Spinoza’nın hayaleti formunda sızan ruhlar âlemini hatırlamadan edemiyor. Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı’nda ekranların beyazlaşması gerçeğin resmedilemeyeceğini, hakikatinse ancak beyazlıkla sembolize edilen bir hiçlikten zuhur edebileceğini anlatmaya çalışıyordu büyük ihtimalle. Buradan bakılınca, yani Kitab-ı Nihil’den sonra okununca bambaşka bir dünyanın kapıları aralanıyordu orada. İçinde yaşadığımız sembolik düzen tarafından şekillendirilip yapılandırılan bilinçdışı, medyanın, televizyonun, filmlerin, reklamların yarattığı sanal gerçeklerle doldurulmak suretiyle istilâ ediliyor ve insanın arzuları, arzu nesneleri ve arzulama biçimleri ana rahminden itibaren şekillendiriliyordu. Dolayısıyla da özümüze dönmenin tek yolu ana rahmine düşmeden önceki yere dönmek olarak çıkıyordu karşımıza. Öznenin oluşum sürecinin bir başı olmadığı gibi, bir sonu da yoktu lâkin. Zira öz tabir dilen şey, yani insan doğası, oluşmaya başlamadan önceki insanlık hâli daha doğmadan doğadan kültüre geçiş yapmış insan aklıyla algılanamazdı. Bilinçdışının dışına çıkmak gerçeğin tesisi ve hakikatin inşası için işte bu yüzden gerekliydi. Algılama aşamasında yaratılacak bir farklılık algılanan nesnenin kendisinde de bir değişime sebep olacağından, algının ötesindeki yeni bir anlamlandırma biçiminin geliştirilmesi gerekiyordu. Deleuze’ün transendental ampirizm(aşkınsal deneyimcilik) kavramının Schelling’in doğa felsefesine dayanan kaynakları, onun Bergson ve Spinoza’yla kurduğu derin ilişkiyi de açıklıyor sanırız. Deleuze’ün gerçeğe tecrübeyle ulaşılabileceğini ve sonsuzluğun doğaya has bir özellik olduğunu dile getiren aşkınsal deneyimcilik felsefesine karşı sonsuzluğun ancak matematiksel olarak anlaşılıp aktarılabileceğini öne süren Badiou ise aşılması gereken şeyin insanın düşünebileceklerinin yaşama ve tecrübeye indirgenmesi olduğunu vurgular. Deneyimcilik ve akılcılık arasındaki bitmek bilmez teorik savaş yepyeni bir suretle yeniden karşımıza çıkmıştır belli ki işte…

Sonsuzluğun bilimin iki farklı alanındaki, biyoloji ve matematikteki tezahürlerini kendi felsefelerine uyarlayan Deleuze ve Badiou kendimizi birer ölümsüz olarak görmemiz, görebilmemiz gerektiği konusunda hemfikirdir. Ayrıldıkları nokta bu ölümsüzlüğün nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği hususundadır. Diyebiliriz ki Deleuze gerçeği yerde ararken, Badiou gerçeği gökte aramaktadır. Bizim yarattığımız bu garip dünyada ise yerle gök bir olmuştur adeta. Sonsuzluğa giden yol dünyanın dışından değil, içinden geçmektedir anlaşılan. Sonsuzluk dışımızda olmaktan ziyade içimizdedir belli ki… Hepimiz ölümsüzüz desek çok mu ileri gitmiş oluruz acaba?

Deleuze’ün Fark ve Tekrar adlı kitabında ortaya attığı “varlığın bütünselliği” (univocity of being) kavramı Nietzsche’nin “ebedi döngü” (eternal return) mitine atıfta bulunarak oluş süreci içindeki farklılaşmanın aynı kalan tek şey olduğuna vurgu yapar. Deleuze’e göre varlığın bütünselliği akışın kendisidir. Sürekli bir oluş süreciyle, kopukluklar barındıran iki farklı oluş modunu – Chronos ve Aion’u – ayırıcı-sentez işlemine tabi tutan Deleuze, tam da bizim anlatımız dolayımıyla açıklığa kavuşturmaya çalıştığımız duruma gönderme yapar. Nitekim maddeyi ve ruhu, bedeni ve aklı birbirinden ayırırken onları yeni bir düzlemde birleştiren bu kavramsal aygıt Takamuro Kootaro ve Dr. Lawgiverz’in ölümsüzlük makinesi sayesinde hayata geçirilmiştir anlatımızca. Böylece de işte önce bir fikir olarak, Idea formunda var olan kavramsal bir oluşum gerçeklik kazanmıştır. Bunun neticesinde ise mantık kurallarına uymayan, hatta bazılarının tamamen anlamsız olarak nitelemesi kuvvetle muhtemel bir fikir, maddi bir gerçeklik kazanarak bir hakikat şeklinde şimdiki zamana sızmıştır. Resmen bir fantezi makinesinde hakikat, hakikat makinesinde de fantezi sızıntısı vakasıyla karşı karşıyayız yani burada, hem de aynı anda. Zira tıpkı ekranlar beyazlaşınca Spinoza’nın ölüler dünyasından diriler dünyasına sızıp bir ruh formunda Tekvin’e görünmesi gibi, Dr. Lawgiverz de güneşin sönmesiyle birlikte diriler kitabından ölüler kitabına sızmıştır. İki paralel evrendeki bir ruh ve bir beden kısa bir süreliğine de olsa yer değiştirip işin içine bit yenikleri serpiştirmiştir belli ki…

Gospel of Thomas

Darwin’in bir arkadaşı teoloji ve evrim teorisini birleştirip tanrının fosilleri insanın aşkınsal ufkunun sınırı olarak yaratmış olabileceğini iddia eder. Buna göre tanrı biyolojik bir karşılığı olmayan yaratıkların fosillerini tarihin sayfalarına serpiştirmiş ve insanlığı bu sanal fosillerden hareketle asıl gerçekle hiçbir ilgisi olmayan bir hâyâl dünyasında gerçekte asla var olmamış mahlûklarla uğraşmaya mahkûm etmiştir. Bir konuşmasında Meillassoux’nun fosillerin kendinde-şeyler olarak, yani insan bilincinden bağımsız bir biçimde var olabildiğini öne süren argümanına karşı, Darwin’in az önce sözünü ettiğimiz dinbilimci arkadaşının teolojiyle evrim teorisini birleştiren bu garip spekülasyonunu ileri süren Zizek’e göre sorulması gereken soru, “peki ya tanrı fosilleri bizden önce, bize yanlış izlenim verecek şekilde yarattıysa?” şeklindedir. Elbette ki tüm mantık kurallarını, önce-sonra ayrımını ve hatta doğrudan zaman kavramının kendisini altüst eden bu yaklaşım, gelecekten bakılıp bir ölümsüzün gözleriyle görüldüğünde fosillerin bizim fosillerimiz olduğu sonucuna varabilir. Mühim olan geçmişi olduğu gibi görebilmek değil, varlığın oluş sürecine müdahil olmak ve şimdiki zamanı, geleceği geçmişten farklı bir biçimde hayata geçirecek şekilde dönüştürüp mevcut düzene katabilmektir.

Din ile bilimin birleşiminden ortaya ancak canavarlar çıkabileceği ise aşikârdır. Günümüzde dini bilimle ikâme etmeye çalışanlar olduğu gibi, bilimi dinle ikâme etmeye çalışanlar da vardır. Biz bu ikisinin farklı dünyalara ait olduğunu ısrarla dile getirmeli ve aralarında sağlıklı bir ilişkinin tesis edilmesi için öncelikle ikisinin de içinde, ikisinden de daha gerçek olan şeye odaklanmalıyız. İkisinin de gerçeğin üstünü örten mitlerinin ve imgelerinin ötesindeki öze yönelmeli ve bu özü yeniden yaratmalıyız. Zira dış-dünyanın dönüşümü için iç-dünyanın dönüşümü şarttır. Algılama aşamasında yaratılacak bir farklılaşma doğrudan iç-dünyanın kendisini değiştireceğinden, öznenin dış-dünyayla ilişkisi de en azından dolaylı olarak değişecek ve böylelikle de işte dış-dünyanın yeniden yapılandırılması için gereken zemin yaratılmış olacaktır.

Quantum Prophecies

Filed under: Ölümsüzlük TeorisiEdebiyatFelsefeKitab~ı NihilOntolojiSpekülatif RealizmTürkçe Yazılar Tagged: Alain BadiouÖlümsüzlük TeorisiedebiyatfelsefeGilles DeleuzeHegelKantromanSlavoj Žižekspekülatif gerçekçiliktransendental materyalizmyaratıcılıkyaşamyıkıcılık 

Zoomoozofon

Kült Neşriyat

Bataille’ın bir yargısıyla yola çıktık: “Olağanüstü haller sanatın yargısı altında doğar”.

zoomoozofon

Zoomoozofon, Kült Neşriyat’ın dergi deneylerinden biridir. Zoomoozofon’un bağımsız sayısını; avangard, deneysel ve sınıfsız sanat teorileri ve sanatçılar üzerine özel bir içerik oluşturmak amacıyla sizlere sunuyoruz.

ZOOMOOZOFON BAĞIMSIZ SAYI

1- Şükran Moral Söyleşisi

Erman Akçay

2- Anagram

Unica Zürn/ Çev: Ayşe Özkan

3- Ekstremist Manifesto 

Nick Zedd/ Çev: Cemal Akyüz

4- Ölü Dada 

Nil Göksel

5- Patronajdan Bilinçdışı Deneylerine Dışavurumcu Sinema 

Halil Duranay

6- Avangard ‘ın Kanı ya da Frankeinstein’ın Laboratuarından Dağınık Tezler

Rafet Arslan

7- Biçimsiz Bir Çağda Sanatın İşlevi

Kamil Savaş

8- Buster Keaton: Kimlik, Aidiyet, Bir Deney

Michel Leiris & Elif Avşar

9- Ölübölge Yazıtı

Cengiz Erdem

10- Günlükler

John Lennon/ Çev: Abidin Mahmut

11- Bilinmezlikteki Gerçeği Bulma Arayışı & Sunn O)))

Utku Rıfat

12- Merve Morkoç “Lakormis” Söyleşisi

Erman Akçay

13- Deneyler & Portreler:

-Lowbrow Sanat Akımı

-Thomas Hirschhorn

-Dash Snow

-Olivier de Sagazan

14- Sinema Düşüncesi ve Anagramlara Giriş

Maya Deren/ Çev: Nil Toker

Zoomoozofon ~ Kült Neşriyat

Filed under: Edebi ve Felsefi MevzularEdebiyatFelsefeOntoloji Tagged: Buster KeatonedebiyatfelsefeJohn LennonSanat KumaraUnica Zürnyaratıcılıkyaşamyıkıcılık

RSSing.com

Does Death Exist? New Theory Says ‘No’

 Previous  Ölübölge Yazıtı

Mission: Earth, Voyage to the Home Planet

Many of us fear death. We believe in death because we have been told we will die. We associate ourselves with the body, and we know that bodies die. But a new scientific theory suggests that death is not the terminal event we think.

One well-known aspect of quantum physics is that certain observations cannot be predicted absolutely. Instead, there is a range of possible observations each with a different probability. One mainstream explanation, the “many-worlds” interpretation, states that each of these possible observations corresponds to a different universe (the ‘multiverse’). A new scientific theory – called biocentrism – refines these ideas. There are an infinite number of universes, and everything that could possibly happen occurs in some universe. Death does not exist in any real sense in these scenarios. All possible universes exist simultaneously, regardless of what happens in any of them. Although individual bodies are destined to self-destruct, the alive feeling – the ‘Who am I?’- is just a 20-watt fountain of energy operating in the brain. But this energy doesn’t go away at death. One of the surest axioms of science is that energy never dies; it can neither be created nor destroyed. But does this energy transcend from one world to the other?

Consider an experiment that was recently published in the journal Scienceshowing that scientists could retroactively change something that had happened in the past. Particles had to decide how to behave when they hit a beam splitter. Later on, the experimenter could turn a second switch on or off. It turns out that what the observer decided at that point, determined what the particle did in the past. Regardless of the choice you, the observer, make, it is you who will experience the outcomes that will result. The linkages between these various histories and universes transcend our ordinary classical ideas of space and time. Think of the 20-watts of energy as simply holo-projecting either this or that result onto a screen. Whether you turn the second beam splitter on or off, it’s still the same battery or agent responsible for the projection.

According to Biocentrism, space and time are not the hard objects we think. Wave your hand through the air – if you take everything away, what’s left? Nothing. The same thing applies for time. You can’t see anything through the bone that surrounds your brain. Everything you see and experience right now is a whirl of information occurring in your mind. Space and time are simply the tools for putting everything together.

Death does not exist in a timeless, spaceless world. In the end, even Einstein admitted, “Now Besso” (an old friend) “has departed from this strange world a little ahead of me. That means nothing. People like us…know that the distinction between past, present, and future is only a stubbornly persistent illusion.” Immortality doesn’t mean a perpetual existence in time without end, but rather resides outside of time altogether.

This was clear with the death of my sister Christine. After viewing her body at the hospital, I went out to speak with family members. Christine’s husband – Ed – started to sob uncontrollably. For a few moments I felt like I was transcending the provincialism of time. I thought about the 20-watts of energy, and about experiments that show a single particle can pass through two holes at the same time. I could not dismiss the conclusion: Christine was both alive and dead, outside of time.

Christine had had a hard life. She had finally found a man that she loved very much. My younger sister couldn’t make it to her wedding because she had a card game that had been scheduled for several weeks. My mother also couldn’t make the wedding due to an important engagement she had at the Elks Club. The wedding was one of the most important days in Christine’s life. Since no one else from our side of the family showed, Christine asked me to walk her down the aisle to give her away.

Soon after the wedding, Christine and Ed were driving to the dream house they had just bought when their car hit a patch of black ice. She was thrown from the car and landed in a banking of snow.

“Ed,” she said “I can’t feel my leg.”

She never knew that her liver had been ripped in half and blood was rushing into her peritoneum.

After the death of his son, Emerson wrote “Our life is not so much threatened as our perception. I grieve that grief can teach me nothing, nor carry me one step into real nature.”

Whether it’s flipping the switch for the Science experiment, or turning the driving wheel ever so slightly this way or that way on black-ice, it’s the 20-watts of energy that will experience the result. In some cases the car will swerve off the road, but in other cases the car will continue on its way to my sister’s dream house.

Christine had recently lost 100 pounds, and Ed had bought her a surprise pair of diamond earrings. It’s going to be hard to wait, but I know Christine is going to look fabulous in them the next time I see her.

moon

Story Source: http://www.robertlanza.com

Filed under: ImmortalityInfinite Indefinites Tagged: Albert EinsteinAlternativeblack holedeathEinsteinImmortalityPhysicsQuantum mechanicsSpacetimetheory 

The Code (Video)

Carl Jung

Hunab Ku Productions – EsoterieTelevisie

SPEAKERS

Michael Meade Maurizio Benazzo Jacob Needleman Rollo May Gurdjieff Movie Jiddu Krishnamurti Charles Bukowski Karl Menninger Vernon Howard Meaning of Life Movie Erich Fromm Geert Hofstede Edward Griffin Milton Friedman Aeon Skoble George Carlin Fountainhead the movie Isaac Assimov

MUSIC

A Destiny – Hans Zimmer Fate – Thomas Newman The Immortals – Brand X music Mescaline – Abel Korzeniowski A Blind Eye – Thomas Newman Opera – Emmanuel Santamorrana Purple requiem – Nathaniel Mechaly 905 – Brand X music The Truth – Audiomachine There’ll Be Some Changes Made – CRK Burzum – Illa Tidandi Fra Upphafi – Olafur Arnalds They Called it – Alan Sylvestri Up Close – Mark Isham Metropolitain – Emmanuel Santamorrana

Quotes

Albert Einstein Anton Chekhov Kenneth Tynan Sigmund Freud Carl Jung Friedrich Nietzsche William Barrett Arthur Schopenbauer

“The individual has always had to struggle to keep from being overwhelmed by the tribe. If you try it, you will be lonely often, and sometimes frightened. But no price is too high to pay for the privilege of owning yourself.” — Friedrich Nietzsche

“In individuals, insanity is rare; but in groups, parties, nations and epochs, it is the rule.” — Friedrich Nietzsche

“The smallest minority on earth is the individual. Those who deny individual rights cannot claim to be defenders of minorities.” — Ayn Rand

“The first duty of a man is to think for himself” — José Martí

“What the superior man seeks is in himself; what the small man seeks is in others.” — Confucius

“Whoso would be a man must be a nonconformist.” — Ralph Waldo Emerson

“There is nothing more majestic than the determined courage of individuals willing to suffer and sacrifice for their freedom and dignity.” — Martin Luther King Jr.

To find out what is truly individual in ourselves, profound reflection is needed; and suddenly we realize how uncommonly difficult the discovery of individuality is.” — C.G. Jung

“…anyone who attempts to do both, to adjust to his group and at the same time pursue his individual goal, becomes neurotic.” — C.G. Jung

“God enters by a private door into every individual.” — Ralph Waldo Emerson

“The spiritual journey is individual, highly personal. It can’t be organized or regulated. It isn’t true that everyone should follow one path. Listen to your own truth.” — Ram Dass

“An individual chooses and makes himself.” — Jean-Paul Sartre

Oscar Wilde “My great mistake, the fault for which I can’t forgive myself, is that one day I ceased my obstinate pursuit of my own individuality. ” — Oscar Wilde

Aleksandr I. Solzhenitsyn “The simple step of a courageous individual is not to take part in the lie. “One word of truth outweighs the world.” — Aleksandr I. Solzhenitsyn

“No one is free who has not obtained the empire of himself. No man is free who cannot command himself.” — Pythagoras

Directed by Hunab Ku Productions – EsoterieTelevisie

Filed under: Audio-Visual Tagged: AmericanartAyn RandFriedrich NietzscheliteratureMartin Luther KingRalph Waldo EmersonWorld Literature 

Plato’s Cave and The Illusion of Reality (Video)

 Previous  The Code (Video)


Filed under: Audio-Visual Tagged: Allegory of the CaveCavephilosophyplatoReality 

FMHS-23 ~ Ebediyet Edebiyatı ~

Originally posted on Fantezi Makinesinde Hakikat Sızıntısı:

tv head propaganda

Ebediyet Edebiyatı

Herkesin anılarını yazmayı alışkanlık haline getirdiği, insanların anılarının paylaşılmaya değecek kadar önemli olduğunu düşünmekte zerre kadar tereddüt etmediği, ve hatta bununla da kalmayıp anılarını yazıp basmayı marifet bellediği bir dönemden geçmekte olduğumuzu göz önünde bulundurarak ben de modaya uydum ve şu anda okumakta olduğunuz bu kitabı yazmaya koyuldum. Ama benim ötekilerden farkım yazmakta olduklarımın geçmişte yaşadıklarımdan ibaret olmaktan ziyade, geçmişte yaşadıklarımın şimdim ve olası geleceğim üzerindeki etkilerini konu alması. Yani hayli spekülatif bir denemeyle karşı karşıyayız burada. Bu gerekli teferruatı da paylaştığımıza göre herhalde artık işin özüne inebilir ve konudan uzaklaşmak pahasına neden insanların büyük bir kısmının kendilerinden üstün olduğunu bildikleri diğer insanların kuyusunu kazmaya meyilli oldukları üzerine bir miktar ahkâm kesebiliriz. İstisnaların kaideyi bozmaya muktedir olduğunu da akılda tutarak bu konuda şunu söyleyebiliriz ki, aşağılık kompleksi sosyal hayata üstünlük kompleksi şeklinde yansıyan patolojik bir ruhsal durumdur. Ruh doktorları kendilerinin de aynı sorundan mustarip olduklarını bildikleri için olsa…

View original 3,394 more words

Filed under: Edebi ve Felsefi MevzularFelsefi RomanFMHSTürkçe Yazılar 


Değişim Mevhumuna İlişkin Bazı Aşkınsal Ahkâmlar

nature never stops

Deleuze‘ün tüm felsefesi insanın yaşayabileceklerini çoğaltmaya yönelikti. Buna insan bilincini genişletme çabası da diyebiliriz aslında. Ama Deleuze’ün kendinden öncekilerden farkı, genişleme için öncelikle kasılmak gerektiği yönündeki saptamasından ileri geliyordu. O, Schelling‘e dayanan doğa felsefesinin merkezine genleşip-daralan bir madde yerleştirmişti. Böylelikle statik merkez kavramını akışkan bir şeyle doldurarak içten çökertmek suretiyle ortadan kaldırabileceğini düşünüyordu. Beş duyumuzun algılayabileceklerinin sonsuz olduğunu ve bizim yapmamız gerekenin de işte bu sonsuzluğun akışı önüne çıkan engelleri aşmak olduğunu söylüyordu. Buna ilâveten ise bu engelleri koyanın bizzat biz olduğumuzu, çünkü kendimizi kısıtlamaya yönelik olarak özneleştirildiğimizi öne sürüyordu. Bizi kısıtlayan en önemli unsursa temsile meyilli bir yaratıcılık anlayışına sahip olmamızdı. Deleuze’e göre nitelikli ve nicelikli sanat, edebiyat veya felsefe temsilin, sembolik düzenin içinde çatlaklar, yarıklar, gedikler veya boşluklar oluşturarak sonsuzluğun hayata sızmasını sağlamayı başarabilen yaratıcıların ürünü olabilirdi ancak.

Descartes’ın “düşünüyorum, o halde varım” şiarının doğruluğu bilimsel olarak kanıtlandığından beridir dünyaya bakışımız değişti. Dünyaya bakışımızın değişmesi ise henüz algılama aşamasındayken bir farklılık yaratılabileceğini vurguluyor aslında. Klein’ın içe-yansıtma(introjection) tabir ettiği, algılama sürecinin ilk evresini oluşturan eylemde özne dışa-yansıtma(projection) işlemini görüngüler dünyasından farklı bir anlam dünyasından gerçekleştirdiği için dış dünyayı, yani içe-yansıtma ve dışa-yansıtma mekanizmasının sentezi olan sosyal gerçekliği daha ana rahmindeyken farklı algılamaya başlayabilmektedir. Nitekim psikanaliz ve felsefenin biyolojiye duyduğu gereksinimi belki de bu yüzden pek çok düşünür sık sık vurgular, fakat nedense Klein’a hiç atıfta bulunmaz. Lacan‘ın ve onu takip eden Zizek’in sorunu da işte budur zaten. Zizek ne doğaya, ne de kültüre ait olan ve değişimin dinamosu olduğunu iddia ettiği ölüm dürtüsü kavramını Lacan’cı psikanalizin en önemli çıkmazlarından biri olan biyolojik bağlam ekiskliğinin yarattığı boşluğu doldurmak için ortaya atar. Tıpkı Freud gibi bu noktada Zizek de bilimin açıklayamadığı bir durumu madde-ötesi bir kavramla aşmaya çalışır. Öznenin oluşum sürecinde kültürün rolüne ağırlık verip doğanın yadsınması ise hiç şüphesiz Lacan ve Zizek’in özneyi sembolik düzen içindeki bir boşluk, içerideki bir dışarı olarak konumlandırmalarının yegâne sebebidir.

İçinde yaşadığımız sembolik düzen tarafından şekillendirilip yapılandırılan bilinçdışı, medyanın, televizyonun, filmlerin, reklamların yarattığı sanal gerçeklerle doldurulmak suretiyle istilâ ediliyor ve insanın arzuları, arzu nesneleri ve arzulama biçimleri ana rahminden itibaren şekillendiriliyordu. Dolayısıyla da özümüze dönmenin tek yolu ana rahmine düşmeden önceki yere dönmek olarak çıkıyordu karşımıza. Öznenin oluşum sürecinin bir başı olmadığı gibi, bir sonu da yoktu lâkin. Zira öz tabir dilen şey, yani insan doğası, oluşmaya başlamadan önceki insanlık hâli daha doğmadan doğadan kültüre geçiş yapmış insan aklıyla algılanamazdı. Bilinçdışının dışına çıkmak gerçeğin tesisi ve hakikatin inşası için işte bu yüzden gerekliydi. Algılama aşamasında yaratılacak bir farklılık algılanan nesnenin kendisinde de bir değişime sebep olacağından, algının ötesindeki yeni bir anlamlandırma biçiminin geliştirilmesi gerekiyordu. Deleuze’ün transendental ampirizm(aşkınsal deneyimcilik) kavramının Schelling’in doğa felsefesine dayanan kaynakları, onun Bergson ve Spinoza‘yla kurduğu derin ilişkiyi de açıklıyor sanırız. Deleuze’ün gerçeğe tecrübeyle ulaşılabileceğini ve sonsuzluğun doğaya has bir özellik olduğunu dile getiren transendental ampirizm (aşkınsal deneyimcilik) felsefesine karşı sonsuzluğun ancak matematiksel olarak anlaşılıp aktarılabileceğini öne süren Badiou ise aşılması gereken şeyin insanın düşünebileceklerinin yaşama ve tecrübeye indirgenmesi olduğunu vurgular. Deneyimcilik ve akılcılık arasındaki bitmek bilmez teorik savaş yepyeni bir suretle yeniden karşımıza çıkmıştır belli ki işte…

difference and repetition

Dünyanın kendi içindeki, kendinde-şey olarak hâli bizim onu temsillerimizden farklıdır. Çünkü temsiller gerçeği asla tam olarak temsil edemezler; edebilseydiler birer temsil olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşürdüler. Bizim kısmi temsillerimizin tek doğru yanı gerçek dünyanın kendisinin de kendi içinde bölünmüş olmasından, asla tam olmamasından kaynaklanır. Ucu açık bir süreç olarak dünyanın yaşamaya daha müsait bir yer hâline gelebilmesi içinse işlerin olağan akışını sekteye uğratacak, böylece de işte geçmişle şimdiki zaman arasında bir kopma yaratarak geleceğin alacağı şekli belirleyecek bir eyleme girişmek gerekir. İşi mümkün mertebe şansa bırakmayan bir yapıya sahip olması zaruri bu eylemin amacı ve itici gücü ise yapı itibarıyle gerçeğin yapısına mümkün mertebe sadık yeni bir kavramsal algılama ve eleştiri aygıtı oluşturmaktır. Temsilin ötesine geçebilecek bir dünyanın kurulması için öncelikle gerekense imgeler ve kelimeler, kelimeler ve şeyler, ruh ve beden, madde ve düşünce, teori ve pratik arasına girip bu ikililer arasındaki diyalektik ilişkiyi yeniden yapılandırma yoluna gitmektir. Deleuze ise işte bu yeniden yapılandırma işlemine kısaca ayırıcı-sentez (disjunctive synthesis) adını veriyordu. Kant’ın özne ve nesne arasında köprü vazifesi gören sentez anlayışının tersyüz edilmiş hâli olan ayırıcı-sentez tekniğiyle Deleuze özne ile nesne arasında bir kopma yaratıp radikal öznellik modellerinin kapitalist toplumda gedikler açarak doğrudan toplumsal yapının çözülmesine katkıda bulunmaları bağlamında ne denli gerekli olduklarını göstermiş oluyordu.

Deleuze’ün Fark ve Tekrar adlı kitabında ortaya attığı “varlığın bütünselliği” (univocity of being) kavramı Nietzsche‘nin “ebedi döngü” (eternal return) mitine atıfta bulunarak oluş süreci içindeki farklılaşmanın aynı kalan tek şey olduğuna vurgu yapar. Deleuze’e göre varlığın bütünselliği akışın kendisidir. Sürekli bir oluş süreciyle, kopukluklar barındıran iki farklı oluş modunu – Chronos ve Aion’u – ayırıcı-sentez işlemine tabi tutan Deleuze, maddeyi ve ruhu, bedeni ve aklı birbirinden ayırırken onları yeni bir düzlemde birleştiren bu kavramsal aygıt sayesinde son kitabı olan İçkinlik: Bir Hayat adlı kitapta transendental ampirizm tabir ettiği oluş ve yaratıcılık moduna ulaşabilmiştir.

anonymous

Hayata Badiou’nun Dünyaların Mantıkları kitabından hareketle bakacak olursak diyebiliriz ki yeni bir hakikat ancak materyalist bir diyalektikten hareketle oluşturulabilir, çünkü hakikat bilgi ile bilinmezlik arasındaki yerde zuhur edebilir ancak. Ve hakikat hâlihazırda mevcut olan egemen sembolik düzende bir boşluk olarak nitelendirlmekle birlikte, aslında yeni bir sembolik düzenin ilksel kurucu öğesi olarak telâkki edilmelidir. Burada materyalist diyalektik kavramıyla kastedilen şey Badiou’nun günümüzün egemen ideolojisi olan neo-liberalizmin teorik alt-yapısını oluşturan demokratik materyalizmin karşı kutbuna yerleştirdiği bir düşünme stratejisidir. Badiou’nun hem tarihsel materyalizme, hem diyalektik materyalizme, hem de neo-liberal demokratik materyalizme bir alternatif olarak öne sürdüğü materyalist diyalektiği ilk keşfedenlerden ve başarıyla uygulayanlardan biri Quentin Meillassoux‘dur. Badiou’nun École Normale Supérieure‘deki öğrencilerinden biri olan Meillassoux ilk kitabı Sonluluktan Sonra (After Finitude)’da Spekülatif Materyalizm kavramını ortaya atmış ve epey ilgi görmüştür. Spekülatif Materyalizm’in hayâl gücüyle bilimin ve matematiğin epistemolojik düzlemde ontolojik bir boşluk yaratarak dünyaya insan bilincinden ve düşüncesinden bağımsız bakabilme yetisine sahip varlıkların oluşturduğu yeni bir düşünümsel boyuta varoluş alanı yaratmayı amaçlayan bir nevi okuma-yazma stratejisi olduğunu söyleyebiliriz. Dünyayı kendi bilinç ve düşüncelerine hapseden bağlılaşımcılığa (correlationism) karşı-argüman üretmeye yarayan bu metod Hegel’ci diyalektiğin metoduyla benzerlikler arz etmesine rağmen, Spekülatif Materyalizm’in metodu Hegel’in idealizminin Schellling’in materyalizmiyle yer değiştirdiği, bir başka deyişle Hegel’in idealizmden arındırılarak ruhun ve bedenin sürekli birbirini dönüştürdüğü daha eşitlikçi ve son derece yatay bir ilişki içerisine sokulduğu ve böylelikle de işte Hegelci diyalektiğin kısır-döngüsünün kırıldığı bir izleğe sahiptir. Meillassoux’nun içkinlik (immanence) konusundaki ısrarı göz önünde bulundurulduğunda diyalektik materyalizmle spekülatif materyalizm arasındaki farklardan bir tanesi daha ortaya çıkıyor. Hegel’e göre özne ve nesne arasındaki ilişki özne ve nesneyi aşkındır, yani ikisinin de dışında konumlanmıştır. Oysa Meillassoux özne ve nesne arasındaki ilişkinin özne ve nesneye nazaran aynı anda hem aşkın hem de içkin bir boyutta konumlanmış olduğunu söylemektedir.

Adrian Johnston’un (Lacan, Zizek, Hegel) ve Ray Brassier’in (Deleuze & Guattari, Nick Land, Badiou) eserlerinde karşımıza çıktığı iki farklı haliyle Transendental Materyalizm ise Meillassoux’nun “olmayan Tanrı” (inexistent God) kavramını şiddetle eleştirir. Transendental Materyalizm’in her iki kanadı da Meillassoux’nun olumsallık(rastlantısallık) ve zorunluluk arasındaki ilişkiyi olumsallığın zorunlululuğu ilkesiyle nihayete erdirmesini yeni oluşumlara açılım sağlaması bakımından olumlu bulurken, diğer yandan Meillassoux’nun olumsallığın zorunluğu ilkesinden çıkara çıkara olmayan, sanal bir Tanrı’nın gelecekte varolma olasılığını çıkarmasını ve hatta olsun veya olmasın herhangi bir Tanrı’ya atıfta bulunmasını bile yersiz ve de gereksiz bulur. Nitekim Brassier kendisiyle Thauma Magazine’de felsefe ve nihilizm üzerine yapılan bir röportajda Meillassoux’nun Tanrı’ya atıfta bulunmasını bir talihsizlik olarak nitelendirirerek esprili bir şekilde felsefi tartışmalarda Tanrı adının geçmesini yasaklamak gerektiğini ve bunu mümkün kılacak bir kurul oluşturulmasını salık veren bir açıklamada bulunur. Brassier: “Ben bir nihilistim, çünkü hâlâ hakikate inanıyorum.”

Siz sormadan biz söyleyelim, transendental materyalizmin iki farklı yüzünü oluşturan Lacan-Hegel’ci Adrian Johnston kanadı ile Deleuze-Guattari’yi bilimin ışığında yeniden okuyan Ray Brassier kanadını birleştiren şey, ikisinin de Bergson’un yaşamsal felsefe (vitalism) öğretisinin günümüzün son derece komplike siyasi, ekonomik, kültürel ve psikososyal yapılarının dönüştürülmesinde yetersiz kaldığını, zira günün normu hâline gelmek suretiyle kapitalizme hizmet eden bir yapıya büründüğünü söylüyor oluşlarıdır. Ayrıca her ikisi de açıkça kapitalizme karşı birer duruş sergilemektedir. Diğer yandan bu ikisi, yani Johnston ve Brassier kanatları arasındaki fikir ayrımına sebep olan mevzuyu özetleyecek olursak diyebiliriz ki Johnston’un transendental materyalizmi Zizek’i meta-psikolojik ve ontolojik bir bağlamda yeniden okuyarak dürtülerin bilinçli arzulama biçimlerine dönüşümünde etkin bir rolü olan veya olması gereken devlete ve kurumsallaşmaya daha fazla önem atfederken, Brassier’in transendental materyalizmi Deleuze’ün Bergson’cu transendental ampirizmini daha materyalist gözlüklerle, Badiou’nun siyasi ontolojisi ışığında ve anti-vitalist bir bakışla yeniden okuyup Anti-OedipusKapitalizm ve Şizofreni kitabının transendental materyalist yanına vurgu yaparak daha anarşik ve mümkün mertebe devletsiz bir komünizmi savunur. Belli ki her iki hâlde de transendental materyalizmin amacı ölümü aşmaktan ziyade ölümü yaratan koşulları aşmak, yani şimdiki zamanın ve mekânın ötesine geçip ölümlülerin dünyasına ölümsüzlüğün gözleriyle, sonlu olana sonsuzluktan bakmak suretiyle kapitalist realizmin sunduğu yaşamın anlamsızlığını göstermek ve neo-liberal militarist-kapitalist sistemin radikal dönüşümünü mümkün kılacak koşulların nasıl yaratılabileceğini teorik olarak açıklığa kavuşturmaktır.

Darwin’in bir arkadaşı teoloji ve evrim teorisini birleştirip tanrının fosilleri insanın aşkınsal ufkunun sınırı olarak yaratmış olabileceğini iddia eder. Buna göre tanrı biyolojik bir karşılığı olmayan yaratıkların fosillerini tarihin sayfalarına serpiştirmiş ve insanlığı bu sanal fosillerden hareketle asıl gerçekle hiçbir ilgisi olmayan bir hâyâl dünyasında gerçekte asla var olmamış mahlûklarla uğraşmaya mahkûm etmiştir. Bir konuşmasında Meillassoux’nun fosillerin kendinde-şeyler olarak, yani insan bilincinden bağımsız bir biçimde var olabildiğini öne süren argümanına karşı, Darwin’in az önce sözünü ettiğimiz dinbilimci arkadaşının teolojiyle evrim teorisini birleştiren bu garip spekülasyonunu ileri süren Zizek’e göre sorulması gereken soru, “peki ya tanrı fosilleri bizden önce, bize yanlış izlenim verecek şekilde yarattıysa?” şeklindedir. Elbette ki tüm mantık kurallarını, önce-sonra ayrımını ve hatta doğrudan zaman kavramının kendisini altüst eden bu yaklaşım, gelecekten bakılıp bir ölümsüzün gözleriyle görüldüğünde fosillerin bizim fosillerimiz olduğu sonucuna varabilir. Mühim olan geçmişi olduğu gibi görebilmek değil, varlığın oluş sürecine müdahil olmak ve şimdiki zamanı, geleceği geçmişten farklı bir biçimde hayata geçirecek şekilde dönüştürüp mevcut düzene katabilmektir.

Din ile bilimin birleşiminden ortaya ancak canavarlar çıkabileceği ise aşikârdır. Günümüzde dini bilimle ikâme etmeye çalışanlar olduğu gibi, bilimi dinle ikâme etmeye çalışanlar da vardır. Biz bu ikisinin farklı dünyalara ait olduğunu ısrarla dile getirmeli ve aralarında sağlıklı bir ilişkinin tesis edilmesi için öncelikle ikisinin de içinde, ikisinden de daha gerçek olan şeye odaklanmalıyız. İkisinin de gerçeğin üstünü örten mitlerinin ve imgelerinin ötesindeki öze yönelmeli ve bu özü yeniden yaratmalıyız. Zira dış-dünyanın dönüşümü için iç-dünyanın dönüşümü şarttır. Algılama aşamasında yaratılacak bir farklılaşma doğrudan iç-dünyanın kendisini değiştireceğinden, öznenin dış-dünyayla ilişkisi de en azından dolaylı olarak değişecek ve böylelikle de işte dış-dünyanın yeniden yapılandırılması için gereken zemin yaratılmış olacaktır.

Sonsuzluğun bilimin iki farklı alanındaki, biyoloji ve matematikteki tezahürlerini kendi felsefelerine uyarlayan Deleuze ve Badiou kendimizi birer ölümsüz olarak görmemiz, görebilmemiz gerektiği konusunda hemfikirdir. Ayrıldıkları nokta bu ölümsüzlüğün nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği hususundadır. Diyebiliriz ki Deleuze gerçeği yerde ararken, Badiou gerçeği gökte aramaktadır. Bizim yarattığımız bu garip dünyada ise yerle gök bir olmuştur adeta. Sonsuzluğa giden yol dünyanın dışından değil, içinden geçmektedir anlaşılan. Sonsuzluk dışımızda olmaktan ziyade içimizdedir belli ki… Hepimiz ölümsüzüz desek çok mu ileri gitmiş oluruz acaba?

Radiometer. The Crookes radiometer, also known...

Filed under: Alain BadiouFelsefeGilles DeleuzeHegelKantKitab~ı NihilMeillassouxOntolojiPolitikaSlavoj ŽižekTürkçe Yazılar Tagged: Adrian JohnstonAlain BadiouBadiouBaruch SpinozaFelix GuattarifelsefeFriedrich NietzscheGilles DeleuzeHegelHenri BergsonJacques LacanKantkapitalizmMeillassouxNick LandNietzscheQuentin MeillassouxRay BrassierSlavoj ŽižekyaratıcılıkyaşamyıkıcılıkZizek 

Zoomoozofon

Kült Neşriyat

Bataille’ın bir yargısıyla yola çıktık: “Olağanüstü haller sanatın yargısı altında doğar”.

zoomoozofon

Zoomoozofon, Kült Neşriyat’ın dergi deneylerinden biridir. Zoomoozofon’un bağımsız sayısını; avangard, deneysel ve sınıfsız sanat teorileri ve sanatçılar üzerine özel bir içerik oluşturmak amacıyla sizlere sunuyoruz.

ZOOMOOZOFON BAĞIMSIZ SAYI

1- Şükran Moral Söyleşisi

Erman Akçay

2- Anagram

Unica Zürn/ Çev: Ayşe Özkan

3- Ekstremist Manifesto 

Nick Zedd/ Çev: Cemal Akyüz

4- Ölü Dada 

Nil Göksel

5- Patronajdan Bilinçdışı Deneylerine Dışavurumcu Sinema 

Halil Duranay

6- Avangard ‘ın Kanı ya da Frankeinstein’ın Laboratuarından Dağınık Tezler

Rafet Arslan

7- Biçimsiz Bir Çağda Sanatın İşlevi

Kamil Savaş

8- Buster Keaton: Kimlik, Aidiyet, Bir Deney

Michel Leiris & Elif Avşar

9- Ölübölge Yazıtı

Cengiz Erdem

10- Günlükler

John Lennon/ Çev: Abidin Mahmut

11- Bilinmezlikteki Gerçeği Bulma Arayışı & Sunn O)))

Utku Rıfat

12- Merve Morkoç “Lakormis” Söyleşisi

Erman Akçay

13- Deneyler & Portreler:

-Lowbrow Sanat Akımı

-Thomas Hirschhorn

-Dash Snow

-Olivier de Sagazan

14- Sinema Düşüncesi ve Anagramlara Giriş

Maya Deren/ Çev: Nil Toker

Zoomoozofon ~ Kült Neşriyat

Filed under: Edebi ve Felsefi MevzularEdebiyatFelsefeOntoloji Tagged: Buster KeatonedebiyatfelsefeJohn LennonSanat KumaraUnica Zürnyaratıcılıkyaşamyıkıcılık

RSSing.com

The Prejudice Against Prometheus ~ Alberto Toscano

Whether the dominated think the thoughts of the dominant, or the dominant traduce those of the dominated, a certain affinity between pro- and anti-systemic ideologies is a common feature of discursive contests. Insofar as the forms of our social intercourse are recoded in our theories, this is no surprise. With the declaration that the age of extremes has drawn to a close, the spontaneous order celebrated by fervid marketeers found its counterpart in the manifold resistances augured by those who thought that mutation was no longer to be mediated by transition, that is by power and the state.

Though the genealogical threads that bind advocacy for and antagonism against the status quo are myriad, it would be difficult to underestimate the extent to which the sedimented effects of a long intellectual Cold War are still registered in the language of the left. Excoriations of the will, denunciations of the all-seeing state, grim warnings about the consequences of seeking mastery over nature and history: many of the main items in the dossier against ‘the God that failed’ are now intellectual reflexes, dependable and ubiquitous. Otherwise incompatible worldviews—authoritarian liberalism and subversive libertarianism—converge in descrying the political ills of a ‘Promethean’ desire to control collective destiny.

The anti-Prometheanism of the right can mostly be taxed with hypocrisy: Burkean calls for cautious reform have rarely impeded policies that devastated the customs and commons of the oppressed; and the much-vaunted shrinking of the state has meant a hypertrophy of its repressive apparatus, a low-intensity war of the state against society on behalf of the markets.

The anti-Prometheanism of the left, instead, is most often marked by melancholy or illusion. Melancholy: the sense that emancipation is an object better mourned than desired; that the price of our principles is prohibitive. Illusion: the persuasion that the powerless can prevail over the powerful without concentrating and organising their forces; the belief that the systems and capacities which now embody the dead labours of generations, and bear the traces of barbarisms past, can simply be abandoned or destroyed, rather than, at least in part, appropriated. Such attitudes channel, more or less unwittingly, that crucial counter-revolutionary tenet, according to which political violence and catastrophe is a consequence of imposing abstract ideas (liberty, equality, fraternity…) upon complex and refractory human material.

Prometheanism is a matter of knowledge, scale and purpose. The neoliberal right bases its apology for the omnipotence of markets, and the disastrous impossibility of planning, on the limits of our cognition. Refusing the point of view of, and on, totality, it likewise rejects modern conceptions of a political control over the scope and impact of decisions, namely in the figure of popular sovereignty, while abetting the most pernicious effects of the notion, dear to contemporary micro-sociology, that scale is produced at specific locales. Consider the present power wielded by those formidable sites for the production of massive social and political effects, rating agencies: organisations entirely beyond the purview of any collective control whatever, before which the power of parliaments pales. As far as purpose is concerned, advocates of market supremacy will never tire of proposing some variant or other of the pre-established harmony between the amoral compulsion to accumulate come-what-may and human needs, conveniently reduced to a narrow repertoire of consumer satisfactions. The abstract and inhuman domination of the form of value, commensurating all human activity under the imperative of surplus, is reputed compatible with the quaintest and most predictable of ‘our values’, to borrow from the numbing vocabulary of today’s politicians.

But the enduring association of twentieth-century hecatombs with the state, science and socialism has meant that the most sincere and bitter farewells to Promethean ambitions originate with progressives despairing of progress, pleading, with fluctuating conviction, for the piecemeal. In these times of precautionary principles and unforeseen effects, it is second nature to perceive totalising knowledge as a harbinger of catastrophe, especially when wedded to a vision of history or of humanity as endowed with a telos. Instead of querying the repeated suppressions of any popular control or democratic practice beyond the periodic acknowledgment of a pacified and passive citizenship, both collectivity and control have become targets of suspicion. Those who refuse to wean themselves off an enthusiasm for politics project insurrections without end, powers constituent but never constituted, interruptions that are never the prelude to less abject continuities.

“Melancholy: the sense that emancipation is an 
object better mourned than desired.”

But the forces and fractions that collude in perpetuating the current patterns of domination are never short of organising nodes and sorting centres, strategically sited in vast networks of complicity. If the reformist mirage of the state as the sole locus of social resistance against capital dies hard, so does the myth that, amid immensely asymmetric social warfare, the amorphous swarms of an uncoordinated multiplicity would somehow carry an advantage against the sclerotic infrastructure of power. Without control, over the modalities of production and reproduction, cooperation is always cooperation for capital, and commonality merely a buffer, a positive externality socialising the costs of more direct forms of exploitation. Under the current management, anarchy will invariably be the false anarchy of the markets, and ‘spontaneous’ order will always tend to make it so that assets return to their rightful owners, as an American capitalist once quipped about the consequences of crisis.

In a world where mankind has truly become a geological agent, enjoying (and suffering) levels of logistical integration and technical capacity that would have made the shock-workers of old blanch, we may wonder whether a diffuse anti-Promethean common sense expresses a dangerous disavowal rather than a hard-won wisdom. The problems of anti-Prometheanism are rendered particularly acute if we consider its promotion as the ideological complement to an ambient catastrophism. The irony of our present predicament is nicely conveyed by the conjunction between, on the one hand, a diffuse rhetoric that we must learn to live within our means, that progressivism and productivism must be abandoned, and, on the other, the proliferation of practices and proposals for planetary governance, regulation and control—though of the kind that are invariably delegated to the functionaries of an imposed consensus, those tasked with changing everything so that nothing will change (or, if the Copenhagen fiasco is any indication, of changing nothing so that everything will change…). The widespread notion that we are acting under the pressure of time, goaded from expedient to emergency by time’s arrow, reinforces, in subtly pernicious ways, the abdication of the very idea of collective control. On the side of established powers, it perpetuates a practice of crisis-management, which from toothless moratoria and pollution credits to road maps and peace processes, is among the chief components of catastrophe. Among the forces of opposition, when it doesn’t council ecological compromises even more rotten than the historical compromises of old, it fosters anti-political survivalist fancies or misplaced hopes in the post-political virtues of ‘civil society’.

Whether in economics, ecology or geopolitics, this numbing state of anxious and impotent mobilisation serves to further entrench all of the structures of power and accumulation that perpetuate and feed off crisis, demoralising and depoliticising a disenfranchised populace that can at best acquiesce to prohibitions, recycle and adapt. But a legitimate scorn for the modern Leviathan has meant that, within oppositional cultures, the sense of emergency has counseled either a desperate hope in the vivifying virtues of collapse or a retreat into enclaves intended to prefigure the very future they are powerless to bring about. But barbarism is an even less likely catalyst for emancipation than those parties and states whose own barbarities now shadow every call, however mild, for organisation and centralism. And though small may occasionally be beautiful, defeat and insignificance aren’t.

“Withdrawal, secession and mere interruption…
will barely register on the radar of domination.”

While the anti-Prometheanism of the right conspicuously disavows the ballooning power of money, class and finance, together with the political concentration and centralisation of this power in crucial pivots, that of the left reifies the historical context and content of control. Borrowing from the feebler end of the nineteenth century critique of religion it rails against the State, Technology, Progress, and History, as if to repudiate them with the same rush of righteousness with which one could once deny God, and all, again, for the sake of an ill-defined freedom and singularity. But the problem is that in a world thoroughly hominised, in this inhospitable and even inhuman ‘anthropocene’, a totalising politics, capable of envisioning collective control, is an indefeasible requirement for emancipation. Withdrawal, secession and mere interruption—that is, revolts conceived not as inexorable moments but as an end in itself—will barely register on the radar of domination.

A new Prometheus need not take the form of the ‘Modern Prince’, the party, if the latter is regarded as a commanding height and centre supervenient on any other council, association or organisational form. Collective control must involve the control and ‘recall’, to use that important slogan of delegation in communes and soviets, of its inevitable instances of centralisation. But whether the horizon be one of radical reform or revolution, a systemic challenge cannot but take on, rather than blithely ignore, the risks of Prometheanism, outside of any forgetful apologia for state power or survivalist, primitivist mirage. Most significantly, the unreflected habit of associating power’s corruption with certain seemingly intractable contents—the possibility of violence, the proliferation of bureaucracies, the mediation of machines—needs to give way to an engagement with the social forms and relations of control. Warning against the menace of Prometheanism at a time when the everyday experience of the immense majority is one of disorientation, powerlessness and opacity—that is, one where knowledge, scale and purpose are rent asunder—is simply to acquiesce in the exercise of power in the usual sites and by the usual agents, in that particular mix of anarchy and despotism that marks the rule of and for capital.

For better and for worse, the world we inhabit is an immense accretion of dominations, the living labours of centuries mortified into the massive infrastructures that channel our daily lives, natural processes at once subsumed and refractory, and a vast accumulation of ends, endings and extinctions heterogeneous to original plans, when plans there were. In this regard, any politics today which is not merely a vapid accompaniment to dispossession and degradation, whether it claims the legacy of painstaking reform, desperate conservation, or comprehensive revolution, cannot but confront the ‘Promethean’ problem of articulating action and knowledge in the perspective of totality. To the extent that we regard Prometheus as ‘the most eminent saint and martyr in the philosophical calendar’, emblem of servitude refused to abstract and alienated powers (God, State, Money, Capital), then Promethean should be a proud adjective for those who consider revolution not as a passionate attachment to some flash of negation or other, but as a process of undoing the abstract social forms that constrain and humiliate human capacities, along with the political agencies that enforce these constraints and humiliations.

_____

Alberto Toscanoteaches sociology at Goldsmiths, University of London. He is the author  of Fanaticism: A History of an Idea, and an editor of the journal Historical Materialism.

via STIR

Filed under: Infinite Indefinites Tagged: Alberto ToscanoHistoryNeoliberalismPoliticsPrometheismPrometheusSocial Sciences 

The Fetishization of the Panopticon

Originally posted on Aleph Journal:



The Fetishization of the Panopticon


By: Kailey Giordano
UCLA Honors Department (History of Modern Thought Cluster)


In this paper, I investigate the transformation of the Panopticon from the time of Foucault to the present. After said examination, I conclude that while Foucault discussed the Panopticon as a centralized power structure, since his time the Panopticon has been not only decentralized but also commodified and fetishized. The Panopticon has evolved from a specific social interaction between overseer and subject to a term widely applied to any technology of surveillance that internalizes an external power and renders this internalized power capable of operating on its own. First, I briefly synopsize the history of punishment and situate the Panopticon within this history. I then include a description of Bentham’s Panopticon and examine the anxiety of being seen to reach a fuller understanding of how the Foucauldian Panopticon was intended to function. Next, I…

View original 43 more words

Filed under: Infinite Indefinites 

Agartha: The Inner World of Immortals

Lectures Given at the Launch of Howard Caygill’s latest book “On Resistance: A Philosophy of Defiance” (Audio)

Event Date: 8 November 2013
Lecture Theatre E002,
Granary Building,
Central Saint Martins,
London N1C 4AA

The London Graduate School and CRMEP in association with Art & Philosophy @ Central Saint Martins present:

A Symposium on Resistance

Image

Launch of Howard Caygill’s latest book “On Resistance: A Philosophy of Defiance

The London Graduate School and CRMEP in association with Art & Philosophy @ Central Saint Martins present a Symposium on Resistance with Jacqueline RosePeter HallwardCostas DouzinasMichael Dillon and Howard Caygill.

Jacqueline Rose is Professor of English, Queen Mary College, University of London and author of The Last Resistance

Peter Hallward  is Professor of Philosophy at CRMEP Kingston University and author of Damming the Flood: Haiti, Aristide and the Politics of Containment

Costas Douzinas is Professor of Law at Birkbeck College, University of London and author of Philosophy and Resistance in the Crisis: Greece and the Future of Europe

Michael Dillon is Emeritus Professor of Politics at Lancaster University and author (with J. Reid) of The Liberal Way of War: Killing to Make Life Live

Howard Caygill is Professor of Philosophy at CRMEP Kingston University and author of On Resistance: A Philosophy of Defiance

– See more here

Jacqueline Rose is Professor of English, Queen Mary College, University of London and author of The Last Resistance

Peter Hallward  is Professor of Philosophy at CRMEP Kingston University and author of Damming the Flood: Haiti, Aristide and the Politics of Containment

Costas Douzinas is Professor of Law at Birkbeck College, University of London and author of Philosophy and Resistance in the Crisis: Greece and the Future of Europe

Michael Dillon is Emeritus Professor of Politics at Lancaster University and author (with J. Reid) of The Liberal Way of War: Killing to Make Life Live

Howard Caygill is Professor of Philosophy at CRMEP Kingston University and author of On Resistance: A Philosophy of Defiance

– See more here

The symposium will debate the possibilities and limits of a politics of resistance, its ambivalent relationship to the project of revolutionary emancipation, its proximity to violence and its strategic and tactical potentials.

About the Speakers:

Jacqueline Rose is Professor of English, Queen Mary College, University of London and author of The Last Resistance

Peter Hallward  is Professor of Philosophy at CRMEP Kingston University and author of Damming the Flood: Haiti, Aristide and the Politics of Containment

Costas Douzinas is Professor of Law at Birkbeck College, University of London and author of Philosophy and Resistance in the Crisis: Greece and the Future of Europe

Michael Dillon is Emeritus Professor of Politics at Lancaster University and author (with J. Reid) of The Liberal Way of War: Killing to Make Life Live

Howard Caygill is Professor of Philosophy at CRMEP Kingston University and author of On Resistance: A Philosophy of Defiance

Following the symposium, Howard Caygill’s latest book will be launched.

Welcome by Christopher Kul-Want (CSM):

download

Introduction by Howard Caygill:

download

Peter Hallward:

download

Panel response:

download

================================

Michael Dillon:

download

Panel response:

download

================================

Jacqueline Rose:

download

Panel response:

download

================================

Costas Douzinas:

download

Panel response:

download

================================

Audience Questions:

download

Via Backdoor Broadcasting Company

Filed under: Audio-VisualPhilosophyPolitics Tagged: Costas DouzinasHoward CaygillJacqueline RosePeter HallwardphilosophyPoliticsResistance 

Alain Badiou: The Subject of Art

Originally posted on noir ecologies:

The point is that the relation, the subjective relation between an event and the world cannot be a direct relation.
————– Alain Badiou: The Subject of Art

One often wonders what truly is going on in Badiou’s mind as he prepares for his lectures. Reading the lecture I quoted above in the link I sit back in wonderment at the childlike simplicity of his statements, as if the audience before him were all ten year old kids and he the master was trying his best to lead them through the intricate yet simple realms of Alice’s Wonderland. His voice is charming and eloquent, decisive and pure, yet one is tempted to smile and realize that the Master has gone over this track too many times, that it is all too confident, too precise and mathematical for our taste. It’s as if he is trying to convince not the audience but…

View original 795 more words

Filed under: Infinite Indefinites 

AYT Interview: Velcrow Ripper

 Previous  Zoomoozofon

Originally posted on Newsroom:

Velcrow

A special bonus edition of the podcast, in which host Erik McClanahan interviews filmmaker Velcrow Ripper, director of Occupy Love, which screens September 25 atNorthwest Film Center‘s Whitsell Auditorium as part of the Northwest Tracking Series. Tickets available here.

New episodes of Adjust Your Tracking are released every week, and recent episodes are always freely available for download from the iTunes Store or streaming via Stitcher Radio. For older episodes, browse this archive by scrolling down the page chronologically (each title links to an episode’s blog post, or click the “MP3″ links to download episodes directly to your computer or mobile device).

WARNING: Episodes of this podcast may contain explicit language.

Download MP3

Subscribe via iTunes

Subscribe via Stitcher

Subscribe via RSS

Show archive

Producer, Host, Editor -- Erik McClanahan
Original AYT intro music -- MariusLibman

View original

Filed under: Infinite Indefinites 

Gezi Protests and Beyond

Contesting AKP Rule

CAPP (Centre for Administration and Public Policies)

School of Social and Political Sciences (Instituto Superior de Ciências Sociais e Políticas), Universidade de Lisboa

20-21 February 2014

Call for Papers

            The CAPP, a research centre affiliated with the School of Social and Political Sciences (Universidade de Lisboa), are organizing a two-day conference on protests in Turkey and their broad implications for the country.

            The protests, which began at the end of May against the destruction of one of the few remaining green spaces in Istanbul, Gezi Park, have not ceased since then and have taken different shapes. The dimension of these events has come as a surprise, not least because Turkey has been growing at an impressive rate, second to China only, a growth that coincides with the rule of the Justice and Development Party (AKP). Further, the party has made more progress towards EU accession and the settlement of the Kurdish issue than any other in the country’s history.

            The protests quickly turned against AKP rule, uniting improbable groups: secularists, LGBT groups, anti-capitalist Muslims, revolutionary Muslims, Alevis, Kurds, Kemalists, feminists. Protests have also acquired different and innovative shapes, such as the “standing man”, or the rainbow-coloured staircases.

            The protests have found international echo, as renowned personalities have condemned government repression. The EU accession process has also been affected, amid criticism coming from EU institutions and also from the United States.

            The repercussions on the domestic level are also of particular significance. In 2014, Turkey will witness local and presidential elections. The government’s response to the protests has led to an apparent split within the AKP and its support basis.

             Possible themes include, but are not limited to:

– AKP rule;

– forms of protest;

– civil society in Turkey;

– protest organization;

– Turkey’s democratization process;

– implications for EU accession;

– protesters’ demands;

– who are the protesters;

– the Kurdish peace process;

– the government’s response to protests;

– political implications of the protests: AKP divisions, the upcoming elections;

– the response of the opposition political parties to protests.

            The goal of the conference is, therefore, to shed light on the significance and implications of the protests in Turkey, in the wider context of the country’s democratization process.

If you are interested in participating, please send a 500 word abstract to isabela_davidova@yahoo.com by October 31, 2013. We acknowledge receipt of all emails and will reply to all. If you do not receive a reply, please resend your abstract. Please include the following in your email:

–          Author name;

–          Affiliation;

–          email address;

–          abstract in Word format;

–          a short CV.

Acceptance notices will be sent by November 8, 2013.

In case your abstract is accepted, a draft paper of around 8000 words is due two weeks prior to the beginning of the conference. We intend to compile an edited volume with the best papers for publication in an international reference publisher.

There is no fee for this conference. Please note that we are unable to provide any financial help to participants.

Any additional queries should be sent to isabela_davidova@yahoo.com.

Filed under: GeziGezi ParkıPolitics Tagged: Gezi Park 

RSSing.com

The Revolution Will be a Carnival: From Occupy to Gezi ~ new issue of strikemag out now

RSSing.com


Razmišljanja o kritikama nadrealizma – poželjnost objekta

Originally posted on LunaO:

Erwin Blumenfeld

Erwin Blumenfelield

Nedavno sam ponovo naišla na nekolicinu fotografskih kolaža, slika i fotografija čuvenih nadrealista dvadesetog veka. Neposredno pre toga, na jednom od predavanja na fakultetu, izbila je konverzacija o nadrealizmu i  ženi kao opredmećenom konstruktu zadovoljstva u tom specifičnom dobu dvadesetih i tridesetih godina prošlog veka. Umetnici – nadrealisti, kao što je poznato, hrlili su ka prikazima oneobičenih, nagih ženskih tela lucidno rasutih po platnima i fotografijama.

Sećam se da sam kao student na prvoj godini fotografije obožavala tu opsednutost reprezentovanim ženskim telom i sve one propratne vizuelne igre sa dezintegrisanim udovima, izmeštenim prostorima i čudnim atmosferama. Opčinjavajući efekat Man Rejovih eksperimentalnih manipulacija ili Belmerovih erotizovanih lutaka, neminovno budi interesovanje pri prvom susretu, pogotovo ako ste mladi student fotografije. Nakon izvesne distance koja je gotovo umrtvila moju fascinaciju brojnim sličnim sadržajima, mogu da primetim da je  tipičan fotografski  gest talasa nadrealizma upravljen ka reprezentaciji žene i da je izgradio svoju…

View original 1,044 more words

Filed under: Infinite Indefinites 

The Infinite Inside: Yayoi Kusama’s Infinity Rooms

A Vertigo-Inducing Walk into the Infinite Inside, Yayoi Kusama’s Infinity Rooms at David Zwirner in New York…

Take a Vertigo Inducing Walk into the Infinite Inside Yayoi Kusama’s Infinity Rooms at David Zwirner in New York installation
Infinity Mirrored Room – The Souls of Millions of Light Years Away / Courtesy David Zwirner and Yayoi Kusama Studio Inc.

Take a Vertigo Inducing Walk into the Infinite Inside Yayoi Kusama’s Infinity Rooms at David Zwirner in New York installation
Infinity Mirrored Room, detail – The Souls of Millions of Light Years Away / Courtesy David Zwirner and Yayoi Kusama Studio Inc.

Take a Vertigo Inducing Walk into the Infinite Inside Yayoi Kusama’s Infinity Rooms at David Zwirner in New York installation
Love is Calling, 2013. Wood, metal, glass mirrors, tile, acrylic panel, rubber, blowers, lighting element, speakers, and sound. / Courtesy David Zwirner and Yayoi Kusama Studio Inc.

Take a Vertigo Inducing Walk into the Infinite Inside Yayoi Kusama’s Infinity Rooms at David Zwirner in New York installation Yayoi Kusama in her 2013 solo exhibition I Who Have Arrived in Heaven at David Zwirner, New York. Courtesy David Zwirner and Yayoi Kusama Studio Inc. Photo: Will Ragozzino.

Take a Vertigo Inducing Walk into the Infinite Inside Yayoi Kusama’s Infinity Rooms at David Zwirner in New York installation
Courtesy Rebecca Dale Photography

Take a Vertigo Inducing Walk into the Infinite Inside Yayoi Kusama’s Infinity Rooms at David Zwirner in New York installation
Courtesy Steven Meidenbauer

In an impressive display of new work, artist Yayoi Kusama (previously) recently opened a solo show, I Who Have Arrived In Heaven, at David Zwirner Gallery in New York. Now in her mid-80s, the prolific artist is showing twenty-seven new large-scale paintings, and not one but two of the artist’s famous Infinity Rooms (pictured above). The immersive mirrored environments can be entered by gallery visitors for a vertigo-inducing walk through an infinitely reflected field of stars and organic forms. The collected artwork and installation spaces span all three of David Zwirner’s galleries in Chelsea at 519, 525 and 533 West 19th Street and will be on view through December 21, 2013. Imagery courtesy David Zwirner Gallery, Steven Meidenbauer, and Rebecca Dale Photography.

via designboom

Filed under: ImmortalityInfinite Indefinites Tagged: artDavid ZwirnerinfinityLight-emitting diodeSouls of Millions of Light Years AwayYayoi Kusama 

The Bunny Alliance Announces Gateway to Hell Tour

Cengiz Erdem:

thebunnyalliance

#TheBunnyAlliance shall rule this planet…

Originally posted on Profane Existence:

The Bunny Alliance will embark on the Gateway to Hell Tour this holiday travel season to demand that Delta Air Lines end its support of animal research and help stop the transport of animal to laboratories.

from The Bunny Alliance

On December 26th, the founders of The Bunny Alliance will set out on a nationwide tour to hold Delta Air Lines accountable for its role in the vivisection industry. During this Gateway to Hell Tour, The Bunny Alliance will coordinate demonstrations at every Delta U.S. airport hub and at the Delta Headquarters in Atlanta, GA, as well as organize activist trainings for each tour stop.

The Bunny Alliance is targeting Delta Air Lines because it is in a strategic partnership with Air France and is its North America representative—and Air France is one of the last commercial airlines to continue the practice of shipping animals to labs…

View original 354 more words

Filed under: Infinite Indefinites 

Internet Revolution, attentionalism and slow-thinking, with Alexander Bard and Pierre Bourdieu

Originally posted on Recollecting Philosophy:

[Read as PDF]

Introduction

Alexander Bard (1961 – ), ”Internet sociologist”, speaks of the Internet as one of the greatest revolutions of mankind. The capitalist system is being replaced by a netocracy. Bard embraces this new world order and exclaims ‘We ought to make revolution and hang all politicians who haven’t got any twitter account’. As opposed to this stands Pierre Bourdieu (1930-2002), one of the most prominent public intellectuals of 20th century, who on one hand dreamed of a society with interaction and participatory information which the Internet is providing, but on the other hand warned of and fought against the superficiality and simplifications which he saw emerging in the new society. Bard represents a liberal let-go-mentality, while Bourdieu clearly stated ”I don’t believe in laissez-faire”.

No doubt, our society is rapidly changing and one has to adapt. However I want to point out that there…

View original 1,861 more words

Filed under: Infinite Indefinites 

Ölümsüzlük Teorisi ve Gilles Deleuze (Kült Neşriyat eKitap)

Ölümsüzlük Teorisi ve Gilles Deleuze” metni daha önce Gonzo Corpus’un 5. sayısı olan “Varoluşun O Karanlık Dehlizi: Ölüm” içinde yer almıştı. Metnin gözden geçirilip, eklemelerle zenginleştirilmiş bu versiyonu Kült Gonzo Corpus Kitapları’nın ilk parçası olarak okura sunuluyor.

d2

Bilen bilir, bilmeyen öğrenir şeklinde düşünecek olursak diyebiliriz ki Deleuze‘ün tüm felsefesi insanın yaşayabileceklerini çoğaltmaya yönelikti. Buna insan bilincini genişletme çabası da diyebiliriz aslında. Ama Deleuze’ün kendinden öncekilerden farkı, genişleme için öncelikle kasılmak gerektiği yönündeki saptamasından ileri gelmektedir. O, Schelling‘e dayanan doğa felsefesinin merkezine genleşip-daralan bir madde yerleştirmişti. Böylelikle statik merkez kavramını akışkan bir şeyle doldurarak içten çökertmek suretiyle ortadan kaldırabileceğini düşünüyordu. Beş duyumuzun algılayabileceklerinin sonsuz olduğunu ve bizim yapmamız gerekenin de işte bu sonsuzluğun akışı önüne çıkan engelleri aşmak olduğunu söylüyordu. Buna ilâveten ise bu engelleri koyanın bizzat biz olduğumuzu, çünkü kendimizi kısıtlamaya yönelik olarak özneleştirildiğimizi öne sürüyordu. Bizi kısıtlayan en önemli unsursa temsile meyilli bir yaratıcılık anlayışına sahip olmamızdı. Deleuze’e göre nitelikli ve nicelikli sanat, edebiyat veya felsefe temsilin, sembolik düzenin içinde çatlaklar, yarıklar, gedikler veya boşluklar oluşturarak sonsuzluğun hayata sızmasını sağlamayı başarabilen yaratıcıların ürünü olabilirdi ancak.

İçinde yaşadığımız sembolik düzen tarafından şekillendirilip yapılandırılan bilinçdışı, medyanın, televizyonun, filmlerin, reklamların yarattığı sanal gerçeklerle doldurulmak suretiyle istilâ ediliyor ve insanın arzuları, arzu nesneleri ve arzulama biçimleri ana rahminden itibaren şekillendiriliyordu. Dolayısıyla da yeni bir şey yaratabilmenin tek yolu ana rahmine düşmeden önceki yere olmasa bile, en azından sembolik düzen tarafından nesneleştirilmeden önceki tekil öznelliğimize dönmek olarak çıkıyordu karşımıza. Öznenin oluşum sürecinin bir başı olmadığı gibi, bir sonu da yoktu lâkin. Zira öz tabir edilen şey, yani kültürel bir varlık olarak insan oluşmaya başlamadan önceki insanlık hâli – ki buna insan doğası diyenler de vardır – doğadan kültüre geçiş yapmış insan aklıyla algılanamazdı. Bilinçdışının dışına çıkmak gerçeğin tesisi ve hakikatin inşası için işte bu yüzden gerekliydi. Algılama aşamasında yaratılacak bir farklılık algılanan nesnenin kendisinde de bir değişime sebep olacağından, algının ötesindeki yeni bir anlamlandırma biçiminin geliştirilmesi gerekiyordu. Deleuze’ün transendental ampirizm(aşkınsal deneyimcilik) kavramının Schelling’in doğa felsefesine dayanan kaynakları, onun Bergson ve Spinoza‘yla kurduğu derin ilişkiyi de açıklıyor sanırız. Deleuze’ün gerçeğe tecrübeyle ulaşılabileceğini ve sonsuzluğun doğaya has bir özellik olduğunu dile getiren transendental ampirizm (aşkınsal deneyimcilik) felsefesine karşı sonsuzluğun ancak matematiksel olarak anlaşılıp aktarılabileceğini öne süren Badiou ise aşılması gereken şeyin insanın düşünebileceklerinin yaşama ve tecrübeye indirgenmesi olduğunu vurgular. Deneyimcilik ve akılcılık arasındaki bitmek bilmez teorik savaş yepyeni bir suretle yeniden karşımıza çıkmıştır belli ki işte…

Sonsuzluğun bilimin iki farklı alanındaki, biyoloji ve matematikteki tezahürlerini kendi felsefelerine uyarlayan Deleuze ve Badiou kendimizi birer ölümsüz olarak görmemiz, görebilmemiz gerektiği konusunda hemfikirdir. Ayrıldıkları nokta bu ölümsüzlüğün nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği hususundadır. Diyebiliriz ki Deleuze gerçeği yerde ararken, Badiou gerçeği gökte aramaktadır. Bizim yarattığımız bu garip dünyada ise yerle gök bir olmuştur adeta. Sonsuzluğa giden yol dünyanın dışından değil, içinden geçmektedir anlaşılan. Sonsuzluk dışımızda olmaktan ziyade içimizdedir belli ki… Hepimiz ölümsüzüz desek çok mu ileri gitmiş oluruz acaba?

Ölümsüzlük Teorisi ve Gilles Deleuze

Kült Neşriyat

Filed under: Ölümsüzlük TeorisiEdebi ve Felsefi MevzularOntolojiTürkçe Yazılar Tagged: Alain BadiouÖlümsüzlük TeorisiBadiouDifference and RepetitionFelix GuattariGilles DeleuzephilosophySlavoj Žižekyaratıcılıkyaşamyıkıcılık