Medya ve Kültür

Apollon’un ve Athena’nın Delphi dağlarında fink attığı zamanlar… Mitolojinin hakikate gerçek hadiselerden daha yakın olduğu Eflâtun öncesi çağlar… Homeros’un dönemi… Ne yazık ki hikâyemiz o dönemde geçmiyor sevgili okur. Sadece bir yıl öncesinde, mitik zamanların yitik zamanlara dönüştüğü, Athena ve Apollon’un mezarları üzerinde gençliğin danseder olduğu, doğaüstü hadiselerin su götürmez formlarda zuhretmekten vazgeçtiği zamanlarda geçiyor hikâyemiz. Bir hafta sürecek bu paneller serisi Delphi’deki Avrupa Birliği Bilim ve Kültür Kongre Merkezi’ni mesken tutmuş kendine. Yıl 2006, mevsim sonbahar, hava temiz, manzara güzel, gıda bol… İşte bu son derece fantastik manzaralar, temiz hava, bol gıda eşliğinde ve Kıbrıs-Türkiye-Yunanistan ilişkileri ekseninde Kültür ve Medya’yı tartışacağız Türk-Yunan-Kıbrıslı akademisyen ve medya mensubu arkadaşlarla. Çok heyecanlıyız. O kadar ki salakça birer sevinç var içlerimizde. İşte bu sevinçle Bilgi Üniversitesi’nden aramıza katılan biri Yunan diğeri Türk iki öğretim elemanıyla ateşli bir tartışma yaşayacağım az sonra ben medyanın objektifliği, yani nesnelliği üzerine kesilen ahkâmlar bağlamında. Yunan bayan konuşmasında objektif kavramının ne kadar faydalı ve gerekli olduğunu söylüyor. Kendisine objektifliğin ancak totaliter bir bakış açısının mutlak gerçeklik diye subjektifliklere dıştan empoze edilmesiyle gerçeklik kazanabileceğini, bununsa faşizmle aynı manayı taşıdığını hatırlatıyorum. 1950-60’larda Frankfurt Okulu’nun objektifliği faşizme eş tuttuğunu bilgisine sunuyorum. Ama o dinlemiyor. Konu dağılıyor, geliyoruz Ecevit’in ölüm haberine.
***
Ecevit’in öldüğü günün ertesindeyiz. Gazeteler Ecevit’in ölüm haberleriyle dolu. Bu arada tartışmaya tuz biber eklemek isteyen, Bilgi Üniversitesi’nden o adını bilmediğim meşhur kadın ki Türkiye’de yayınlanan bir gazetedeki – sanırım Birgün gazetesindeki – yazılarıyla tanınıyormuş, ben tanımıyorum, işte o elinde bir Yeni Şafak gazetesiyle söze başlıyor ve diyor ki: “Bakın bunlar Ecevit’in ölümünü haber bile yapmamışlar. Bu nasıl gazetecilik; objektif olmaları gerekmiyor mu?” Kendisine şunu söylüyorum: “Eğer bunlar Ecevit’in ölümünü haber yapacak olsaydı İyi Ki Öldün falan diye bir manşet atarlardı. Siz de takdir edersiniz ki Hürriyet’in manşeti olan Bir Güvercin Uçtu da bırakın objektif olmayı bilâkis son derece subjektif bir manşettir hanımefendi. Ben burada Yeni Şafak’ın Ecevit’in ölümünü haber yapmamakla doğru bir şey yaptığını söylemiyorum, sadece bunu haber yapmaya mecbur olmadığını söylüyorum. Onlar da İyi Ki Öldün demek yerine hiç bir şey dememeyi seçmişler; bu da onların duruşu. Ve üstelik de bu duruş herhangi öznel bir bakış açısını temsil etmiyor, zira zaten ortada söz yok, haber yok, sadece Ecevit’in ölümüne tepkisel bir sessizliktir bu vakada söz konusu olan. Eğer ille de objektif bir manşet istiyorsanız kısaca Ecevit Öldü yazacaksınız. O zaman da bu kadar gazete çıkmasının bir anlamı olmaz; tek bir gazete çıksın Ecevit Öldü desin, başka da bir şey olmasın, medya bu olsun. Öyle kupkuru, renksiz, zevksiz, duygudan yoksun, tatsız-tuzsuz bir hayat… Sizi doğru anladıysam istediğiniz bu.”
***
Öznellik ve nesnellik hakkındaki tartışma bir süre daha sürmüş sonra adı ölümü temsil eden Thanatos’tan gelen Athanasios adlı son derece bilgili ve değerli bir başka akademisyen arkadaş söz alıp Bilgi Üniversitesi’nden o kendinibilmez iki öğretim elemanına Frankfurt Okulu’ndan Adorno’nun bu konudaki teorilerini en fenni şekilde izah ederek tartışmayı benim su götürmez bir biçimde haklı olduğumu kanıtlayacak şekilde noktalamıştı. O noktalayana kadar süre de zaten çoktan bitmiş ve öğle yemeği vakti gelmişti. Yemekte ortaya çıkmıştı ki ne dersek diyelim, ne yaparsak yapalım bu sadece bizim öznelliğimizin bir yansımasıdır. Zira özne denilen eyleyen nesne ancak öznel olabilir. Nesnellik adaptasyona yönelik eylemsizliğin bir ürünüdür, durağanlık ve değişmezlik nesneli nesnel kılandır. Öznellik ise fark yaratan eylemler serisinin bir ürünüdür, dinamizm ve dönüşüm özneli öznel kılandır. Demek ki mutlak nesnellik yerine, özneler-arası bir toplum modelinin nasıl yaratılabileceğidir mühim olan. Herkesin aynı düşünmesi değildir iç-dış barışı getirecek olan, bilâkis özneler arasındaki farkın öznelerin arasında yarattığı boşluğun yeni değerlerle doldurulmasıdır, ki bunun yolu aktif bir değişim yaratma dürtüsünün bilincin süzgecinden geçirilerek günün gereklerine uygun bir biçimde hayata geçirilmesinden geçer.
***
Değişim yaratma dürtüsü pek çoğumuzda aktif bir dürtüdür aslında. Ama ne yazık ki çoğu zaman farkına varmayız kendi içimizdeki bu fark yaratma dürtüsünün. İradi bir şeydir aslında insanın ötekilerden farklı bir şey eyleme veya söyleme isteği. Eyleme ve söylemeler resim, müzik, tiyatro, edebiyat, sinema, siyaset, felsefe, psikanaliz, sosyoloji, biyoloji gibi pek çok şekle girebileceği gibi, kişinin yaşadığı hayatla ortaya konan bir duruş da olabilir. Ancak bu noktada belirtilmelidir ki bu duruş tıpkı bir sanat yapıtı yaratır gibi özene bezene yaratılmalıdır. Belki de yeni etik ve estetik değerlere ihtiyaç duyulacaktır bu süreçte. Kim bilir, belki de hiç beklenmdik hadiseler vuku bulacak, olmayacak şeyler zuhur edecktir zihinde. Fakat yılınmamalı, tüm bunlar sürecin bir parçası olarak algılanmak suretiyle kişinin ve toplumun her bakımdan ve her geçen gün kötüleşmesine değil, iyileşmesine hizmet eder kılınmalıdır. İmkânsızlıkların birer imkâna dönüştürülmesidir burada söz konusu olan. Yani yazdığım bu yazılar vasıtasıyla yapılan bireyi toplumun önüne çıkarmaktan ziyade öznelliğini yitirmemiş bireylerin ürettiği kolektif söylem ve eylemlerin toplumun yeni değerler üzerine yeniden inşasını sağlayacak sosyal, siyasi ve kültürel hareketlere katkıda bulunmasına zemin hazırlamaktır.
~ Cengiz Erdem, Afrika Gazetesi, Temmuz 2007.

Leave a comment